Gelinir, sonra dönülür. Temmuz sıcağında, iki dağ arasından Hacı Baba ile Karadağ-Gasaba’dan, İlisıra, Masara ve Dilbeyen’den aşılıp, ışıklar içinde kente gelinir. Yol yorgunluğu bile duyulmaz. Çünkü doğduğunuz yerdesiniz. Şaşkınsınızdır. Uyku tutmaz, sabahın neler getireceğini bilmezsiniz. Sonunda sabah olur. Yola düşülür. Ağır aksak, topallayarak varırsınız eski yerinize. Aynı dükkanlar, aynı insanlar. Önce yadırgarsınız. İlişkilerde toysunuzdur. Azıcık zamanın geçmesi, alışkanlıkların ısınması gerekmektedir.

Sonra İsmail Güldeste karşınızda. Sevinçli. Halamın torunu. Yalnızlık dört yanında. Şimdi sevgili Abidin Akdilek dostum yok. Acısı içimde. İsmail onun yerini alıyor. Önce gazeteler sonra bulmacalar. Öğleden sonra odam fırından da beter. Bir yandan da salgın korkusu. İlk on beş gün böyle geçti. Sonraki günler bir vaha buldum. Sevgili Ali Yağcı’nın evi. Onun can tazeleyen gölgeliği. İsmail ayrılmaz parçam. Don Kişot ve Şanzo Pançayız.

Öğleden sonra geliyoruz. Yükümüzü okul sıralarına bırakıyoruz. İlk iş “hayatımızın” sulanması. Bulmaca çözme, gazete ve kitap okuma. Gelmeli dostlar artık. Önce “altın şehrin bekçisi” ironisi hiç eksik olmayan Remzi Tartan, Yunus Emre ve gömüt taşlarını okuyup yorumlamada biricik uzman öğretmen Yusuf Yıldırım. Elinde hep telefon. Onun bir parçası, hep bir şeyler arar durur. Ali Yağcı hem kilisenin yol göstereni, hem ev sahibimiz. Yaşamın çekişmelerini çözümlemesi, Avrupa görmüşlüğü bizi bilgilendirir. Nazım Boynukalın dostumuz elinde ya meyve torbası yada kendi ürettikleri Kara Kız’la görünür, ışıltıyla güler, sırasına oturur. İlk sözü “Şu bizim Karaman sahipsiz arkadaş” der sırayı tokatlar. Osman Devranoğlu teriyle gelir, tarihten söz açmayı hiç kaçırmaz. Temelsiz konuşmaz. Yeni tanıdığım genç arkadaşlardan Ethem ve Kadir’de sıralarında yer aldılar. Ethem’deki merak ve heyecan coşkusu hayli yoğundu. “Karaman At’ını” tanıtmak için çırpınıyordu. Ondan iki dileğim oldu. Birincisi, Şikari Tarihinden Karamanoğlu Alaaddin Ali Bey bölümünü Türkçeleştirmek, diğeri bizdeki kasetlerin bilgisyara aktarılması. Sanırım bunlara ayıracak zamanı olmadı. Onun aracılığıyla arkeolog Adnan Bey’i tanıdık. Canasun yeniden kazılacak, muştusuna sevindik. Osman deyince Osman Nuri Koçak beyi unutmak ayıp olur. Onun ovanın suyu için düşündüklerini ilgiyle izledik. Çabalarının içtenliği, çevreyi algılayışı anlamlıydı. İlisıralı Kemal Arabacı, yaşamı damardan kavramış, yalın düşünceli bir düşünür. Paylaşıcı. Bostanından kavun-karpuz, manavdan ekşi kara üzümlerle geldi. Arşiv oluşturmaya ağırlık vermişti. Onun aracılığıyla Hilmi kardeşle tanıştık. İki kez de baba evinde bizleri ağırladı. Masası da masaydı hani. Yok yoktu. Kütüphane müdürümüzün oğluydu. Ondan ricamız, babasını yazmasıydı. Öyle ya; Sait Bey aydın, dürüst, özüne güvenilir bir kişiydi ve unutulmamalıydı. Öğretmen, dost İbo, buluşmalarımızın bir ikisine katılabildi. Gerekçelerinde haklıysa da, onun koşulları zorlamasını isterdik. Neyse ki Kara Tepe görkemli gezisine geldi de sevindik. Arkeolog Özırmak’da tanıdıklarımızdan biri oldu. Mesleğinin yanı sıra öğretmenlik de yapıyordu. Bilgi küpü desek yeridir.

Karaman’a gelip, çakılıp kaldığımı gören dostlar, neden denize gitmiyorsun derler. Yanıtım: “Ayaklarım bastığım toprakla bütünleşiyor, onun için gitmiyorum.”

İkindi buluşmalarında değinilmedik konu kalmazdı. Anılar, kentteki olumsuzluklar ki pek çoktu. Yunus Emre, Karamanoğulları döneminin irdelenmesi, günümüze kazandırdıkları, özellikle mısır tarımının getirdiği ve getireceği yıkım. Ayrancı yolunda kurulmakta olan termik santralin ovaya vereceği zarar vb.

Sonunda, sıcaklar aman verince Profesör Ahmet Ünal beyle buluşmamız gerçekleşti. Daha önce de yazdığım gibi üç gün içeriği dolu dolu geziler yaptık. Kameni, Kara Tepe, bize göre Hitit tarihindeki bir bilinmezi aydınlatacak. Ahmet bey beni anoloji yapmakla yanıtlasa da “inadım inat, adım kel Murat. Hele definecilerin yaptıkları kaçak kazıyı gördükten sonra. Dağları ovaları köstebekmişçesine kazan

definecilere dur diyecek kimse yok mu? Detektörlü, üstüne üstlük silahlı olan bu yağmacılar, geçmişimizi perişan ediyorlar.

Yaşama anlam katabilmek için “küçük sevinçler” bulunmalı diye düşünürüm. Bu 99 gün içinde onlardan epeyce buldum. Mümin Erdeğer (Köse) ile yapılan 66 oyunu da onlardan birisiydi. Kendimi Pala İbo’nun avuç içi kahvesinde Çarli ile (Nazmi Irgat) oyun oynarken düşünürdüm. Bir de Berber Kara Murat’ın “gel emminin kıllı kollarına” demesini.

Bu süreçte, kömür ocağından emekli, sepetçi Ali beyle tanışmış olmak, küçük sevinçlerdendi. Ocakta çalışmanın güçlüklerini, sepet örmenin inceliklerini, Görmeli köprüsünün öyküsü de yeni kazançlardı.

Kardeşim Ziye ile akşama doğru yaptığımız gezilerde anılarımıza kapı açıyordu. Fisandun barajının oradaki “karga tuzu kayamız” sevgili Arif Kerem’in köpek sevgisinin bilince çıkması, barajdan akan suyun coşkunluğu, Öskes boğazından aşırılan ufacık elmalar.

Sonra dönüş. Karadağ sağımızda, önünde Bozdağ, Tilki Kalesi, solumuzda Hacı Baba dağı. Gönlümüze Karaman’ı sevincimizi yükleyip, yine çıktık gurbete. Gurbet deyince anımsadım; Salgın yıllarında iki yılı devinimsiz, sınırlı bir alanda dolandım durdum. Döngü alanım site içinde, bir avuç kadardı. Giderek, Gonçarov’un roman kahramanı Oblomov’a dönüştüğümün ayrımına vardım. Tembellik ve boşunalık da diyebiliriz buna. Bu sıkıntı iki yıldan sonra Karaman’da geçen 99 gün yenilenmeydi. Üstelik çocukluk ve ilk gençliğim sokağındaydım. Doğal olarak anılarımla, yok olan insanlarımla birlikteydim.

Şimdi yeniden oraya yine gideceğim düşüncesiyle avunuyorum. Kerem, Eylül, Zeynep ve diğer akraba ve dostlarımla.

www.kgrt.net