Yaralı, karmaşık, değişken ve derin bir şehir Beyrut. Olanca şiddetiyle kendisini kasıp kavuran iç savaşta büyük yaralar alan ve teni hala barut kokan Beyrut, küllerinden doğan bir kent sıfatını da taşımaktaydı. Lübnan’ın başkentine, aynı zamanda ülkenin en büyük şehrine gitmek, zıtlıkların ve imkânsızlıkların şehrini yakından tanımak için elime bir fırsat verilmişti. Ortadoğu’nun o has gizemli tadını ve kudretini sinesinde muhafaza eden Beyrut için sefer vaktiydi. Neyle nasıl karşılaşacağımı bilmiyordum. İnandığım bir şey vardı, o da İstanbul’dan güneydoğuya doğru inildikçe kokuların, tatların, renklerin ve dokuların değişeceği idi. Bu olgular Ortadoğu’da doruğa ulaşacaktı bana göre. O şahane mistisizm Beyrut’ta avuçlarımda olacaktı. Adana Şakirpaşa Havalimanından kalkan uçak yaklaşık elli dakika içerisinde Akdeniz’in kıyısında, Lübnan dağlarının eteklerinde yer alan Beyrut’un semalarından gölgesini şehre değdirmeye başlamıştı. Akşam saatlerine denk gelen bu iniş esnasında bir yarımada üzerinde kurulu Beyrut’un uçsuz bucaksız ışık denizi ve gökdelenleri beni büyülemeye yetmişti bile. Beni ışıl ışıl bir şehir karşılamıştı. Sanki dünyanın en eski yerleşim yerlerinden birisine değil Las Vegas’a geldiğimi hissediyordum. Ortadoğu’nun bitmeyen kaos coğrafyasındaki o yorgun şehir Beyrut yıldızlarla yarışan bir görüntüsü ile karşılamıştı beni. Ancak şehre adım attığımda bu görsel şölenin asıl öznesinin jeneratörler olduğunu öğrenecektim. Lübnan’ın elektrik üretemeyen bir ülke olduğunu, şehirde her gün belli saatlerde ve belli sürelerle muhakkak elektrik kesintisi olduğunu sonradan öğrenecektim.
Ali Mahmoud isimli Lübnanlı bir genç, genç olduğu kadar da Türkiye sevdalısı bir yürek mihmandarım olacaktı. 15 yıl süren iç savaşın ardından ülkeyi ayağa kaldıran, 2005 yılında Beyrut’ta düzenlenen suikast sonucu hayatını kaybeden eski Lübnan Başbakanının isminin verildiği Beyrut Refik Hariri Uluslararası Havalimanındaydım. Türk vatandaşlarının vizeye tabi olmadan, konsolosluğa gitmeden ya da aracı kuruma başvurmadan seyahatini dilediği gibi planlayabileceği Ortadoğu’nun Paris’inde, Ali Mahmoud’un arabasında Arapça ezgilerle şehir merkezine doğru yol alıyordum. Yeni yapılan şık binalarıyla doğrulmaya, hayat bulmaya çalışan şehri tanımaya çalışıyordum. Birçok yerel ve uluslararası mağazaya ev sahipliği yapan Hamra’da konaklayacaktım. Ancak otelin şehrin merkezinde oluşundan dolayı duyduğum memnuniyet, otel odasını gördüğümde sona ermişti. Temizlik standartları vasatın çok altında olan rutubet kokulu otel odasına eşyalarımı bırakıp Hamra caddesini kesen sokaklardan birisine atmıştım kendimi. İstanbul’da Taksim ve Laleli ne ise, Beyrut’ta da Hamra semti öyle bir yerdi. Beyrut’un en popüler caddelerinden ve en önemli ticari bölgesi olarak bilinmekteydi. Saat gece yarısına ulaşmış olmasına rağmen Hamra Caddesinde bazı mağazalar hala açıktı, yemek mekânları, barlar, çerezciler ve tatlıcılar için gece ve gündüz mevhumu yoktu.
Ortadoğu’nun en modern, en kozmopolit, en karma kentinde, Beyrut’un Şanzelize’sinde insanları izliyordum. Her milletten ve inançtan olan insanları rahatlıkla görebiliyordum. Halkın yoğun şekilde Arapça ve Fransızca ve İngilizce konuşmasına rağmen bu coğrafyada kırık dökük İngilizcem ile derdimi anlatabiliyordum. Alışveriş yaparken de zorlanmamıştım, zira Lübnan doları taşımasanız da Amerikan doları her yerde geçerli idi. Hatta ara ara Türkçe bilenlere de rastlamak mümkündü. İnsanları özellikle de genç kızları çok bakımlı ve çok rahat giyiniyorlar, modanın tüm renklerini üzerlerinde taşıyan bir yaşam tarzını yansıtıyorlardı. Oysa Lübnan denildiği anda aklıma ferace giyinen, tepeden tırnağa kapalı insanlar gelirdi. Her haliyle ekonomik sıkıntı çekmediğini belli eden insanların yanında, parkların ve sokakların dilencilerle dolup taştığına şahit oluyor, alışveriş yapmak veya herhangi bir yere oturmak istediğim anda, derhal ellerini açıp dilenen insanlarla karşılaşıyordum. Görmeye alışkın olmadığım ve her köşede fazlaca olan evsizler de turist
olduğum için benden sürekli yiyecek veya para istiyorlar ve bir şeyler koparmadan asla peşimi bırakmıyorlardı.
Şehir her yönünle şaşırtıyordu beni. Bir tarafta gökleri delercesine yükselen binalar, modern iş merkezleri ve konutlar, bir yanda şehrin tam merkezinde, her tarafı kurşunlarla, uçaksavar mermileriyle delik deşik olan, çok katlı harabe evler. Hafızaları taze tutan, iç savaşın dehşetini zihinlere resmeden bu binalar bu şehre ayrı bir efsun katmaktaydı. 1975 senesinde patlak veren, 1990'a kadar yaklaşık 230 bin kişinin ölümüne, 350 bin kişinin yaralanmasına, 1 milyondan fazla insanın da ülkesini terk etmesine sebep olan iç savaşın izlerini hâlen Beyrut'un birçok sokağında tüm çıplağı ile görebiliyordum. Beyrut’un sokaklarını çevreleyen yüksek duvarlar bu acıları resmeden resim ve yazılarla doluydu. Savaşın izleri her yerdeydi ve çok tazeydi. Buna rağmen Beyrut yeniden yaratılıyordu sanki her taraf inşaat halinde idi. Şehirde her ne kadar yaşam kendi halinde ve ritminde akıp gitse de değişik mezhep yapısı sebebiyle her an bir yerlerde bir kıvılcım büyük bir yangına sebep olacakmış gibi bir gerginlik seziyordum. Oysa bu coğrafyada çok sayıda dini ve etnik grup uzun yıllar boyunca barış ve kardeşlik içinde yaşamıştı. Neyi bölüşememişlerdi acaba. Halk iç savaş sonrası görünmez keskin sınırlarla ayrılmış semtlerde kendi ayrı hayatlarını yaşıyordu. Şehri gezerken gördüğüm siyasi liderlerin posterler bana hangi mezhebin çoğunlukla hangi mahallede ikamet ettiğini de anlatıyordu.
Üç günlük Beyrut gezisinde koyu bir Türkiye sevdalısı olan öğretim görevlisi Angela Khalil’in ve genç kardeşim Ali Mahmoud’un mihmandarlığında şehrin en gözde semti ve Hıristiyan Mahallesi olarak da bilinen Down Town olarak adlandırılan bölgedeydik. Bölgenin merkezinde yer alan Yıldız Meydanına açılan sokaklar dörder katlı, kum renginde ve Fransız tipi balkonlu binalarla Avrupai bir görünüm arz etmekte, birçok ünlü marka mağazalarına ev sahipliği yapmaktaydı. Burası kalabalık turist gruplarının cami ve kiliseleri ziyaret edip, caddelere yayılmış kafelerde soluklandığı nezih bir semt olarak biliniyordu. Şehir merkezinin kalbi Solider Meydanı, bir diğer adıyla Yıldız Meydanın tam ortasında 25 metre yükseklikte tepesinde gerçek Rolex saati ile bir saat kulesi ve saat kulesinin çevresinde kafeteryalar insana bir Avrupa ülkesine gelmiş hissini vermekteydi. Müthiş bir inanç çeşitliliğine ev sahipliği yapan, hem dinler hem mezhepler için renklilik arz eden Lübnan’da dört minareli, ve görkemli Mohamad Al Amin camisi hemen yanı başında her tarafı aydınlatılmış Aziz George Maroni kilisesi ile komşuluk ediyordu. Camiyi bir an mimari yapısı nedeni ile Osmanlı eseri olarak düşünsem de mihmandarım bu muhteşem mabedin Beyrut’un en zengin ailelerinden birisi tarafından yaptırıldığını söylüyordu. Her ne kadar görkemli büyük bir caminin duvarlarına sırtımı yaslasam da Ortadoğu’da değil sanki bir Avrupa ülkesinde seyahat ettiğimi hissediyordum Zira ezan sesi hiç yok denecek kadar azdı. Sabahın ilk ışıklarından itibaren ezan sesi değil de çan sesleri daha baskındı. Osmanlı’nın asırlardır idare ettiği bu topraklarda gezerken gözlerim ister istemez ecdadımdan kalma bir eser arıyordu.
Beyrut’ta iki büyük kayalıktan oluşan Güvercin Kayalıkları şehrin simgesi kabul edilmekte ve turistlerin ilk uğrak noktası olarak addedilmektedir. Tamamen doğal bir oluşum olan “Güvercin Kayaları insanların manzara eşliğinde kahve ve seyir keyif yapabilecekleri güzel bir bölge olarak biliniyor. Burası için kesinlikle gün batımı saati öneriliyor, zira güneş tam kayalıkların arkasından batıyor ve manzara enfes bir hale geliyor.
Lübnan gezisinin ikinci gününde Beyrut’un kuzeyinde ve 35 km uzaklıkta bulunan, UNESCO’nun Dünya Mirasları Listesi’nde bulunan, Fenikelilerin doğduğu bir liman şehri Byblos antik kentindeydik. Burası Akdeniz sahilinin en sevimli bölgelerinden birisiydi ve ilk bakışta Antalya’nın Kaş ilçesi izlenimi veriyordu. Kentte ağırlıklı olarak Hıristiyanlar yaşıyordu, belli bir ölçüde Şiiler de mevcuttu. Şehirde bulunan Byblos Kalesini gezerek tarihe
yolculuğu tamamlarken, Byblos’un şirin ara sokaklarında, hediyelik eşya dükkânlarında eşe dosta ufak tefek hediyeler alıyordum.
Bir sonraki ziyaret noktam ise Jeita mağarası olmuştu. UNESCO’nun 7 harika listesine giren, Beyrut’a yaklaşık 20 km uzakta yer alan Jeita Mağaraları için bilet alıp önce teleferik ile kısa mesafeli yolculuk yapmak gerekiyordu. Zirveye çıkıldığı zaman oldukça büyük olan mağaranın girişi karşılıyordu ziyaretçileri. Fotoğraf ve video çekmek kesinlikle yasaktı, içeri girmeden ziyaretçilere bir dolap veriyorlar ve kayıt yapabilecek elektronik cihazları bırakmanızı istiyorlardı. Gerçekten sarkıt ve dikitleri ile binlerce yıllık oluşumları ile olağanüstü bir mağaraydı burası, mağaranın alt kısmında ise bir yer altı nehri bulunmaktaydı. Doğru şekilde ışıklandırılan mağara, doğal güzelliği ile insanı adeta büyülüyordu. Üst katta yaklaşık 750 metrelik bir kısmı yürüyüşe açık, sonuna kadar devam ettiğinizde ise mağaranın büyüsüne kapılmamak mümkün değildi. Sanki fantastik bir film setinde geziyorsunuz hissi veriyor insana. Muhteşem bir manzara değişik bir serinlik, ayrı bir derinlik. Yerin metrelerce altında bir yer altı nehrinde botla gezi yapmanın tadını çıkarıyordum. Görsel bir şölen eşliğinde içimi huzurla dolduran kısa sal gezisi içimdeki şaire yaz artık diyordu.
Jeita Mağarasından sonra Our Lady of Lebanon adıyla bilinen 15 tonluk Hz Meryem heykeli için değil tepedeki manzara için çıktığım Harissa Tepesinde keyifli bir seyir dinlendiriyor beni. Lübnan’ın hac noktalarından birisisi sayılan tepede Hz Meryem heykelinin konik şekilde bir oturtulduğu ve içi kilise olan platform bulunmaktadır. Platformun tepesine, kendisini çevreleyen spiral, dar bir yoldan tırmanma imkânı olsa da açıkçası tepeye kadar çıkmayı gözüm kesmiyordu. Saida kenti ise Lübnan’ın 3. büyük şehri. Souk (geleneksel çarşı) tam anlamıyla Lübnan kültürünü yansıtıyor. Daracık sokaklar, sürprizlerle dolu tünellerden geçerek, dolaşıyorum Saida’nın insanı hayal ötesi âleme sürükleyen ve bana çok şeyler fısıldayan sokaklarında.
Zaytuna Bay ise Beyrut’un en lüks bölgesi en modern bölgelerinden birisi. Lüks yatların demirlediği limanının etrafında birçok restoran ve kafe sıralanmış durumda. Buradaki bu yüksek yaşam sanki yakın bir tarihte yaşanan patlamayı hiç görmemiş duymamış gibi bir his veriyor insana. Sanki bu bölgede elektrik- benzin krizi hiç yaşanmamış, dolar hala aynı seviyedeymiş gibi insanlar havuzlarlarda vakit geçirirken kafe ve restoranlar canlılıklarını muhafaza ediyor. Beyrut’un kordonu olarak addedilen Corniche (korniş) ise upuzun bir sahil gezinti yolu. Deniz kenarındaki küçük patika yollardan ara ara denize inen merdivenler mevcut. İzmir’in o meşhur kordon boyu neyse Corniche(korniş) de öyle bir yer. Burada bu şehrin tezatlıkları daha bariz bir şekilde karşıma çıkıyordu. İç savaş nedeniyle delik deşik olmuş yıkıntı binaların arasına, ultra modern bina ve kumarhaneler inşa edilmişti.
Bu şehirde toplu taşıma aracının olmadığını söylemekte fayda görüyorum. Sürekli size korna çalan, taksi taksi diyerek size seslenen birileri ile karşılaşabiliyorsunuz. Şoförlerden bazıları Şii olduğu için iş bulamadığından, bazıları da mühendislik okuduğunu ama ülkedeki işsizlikten dolayı taksicilik yaptığını söylüyordu. Araçlarına bindiğim bütün taksiciler derdini anlatma niyetiyle durmadan konuşuyorlardı. Kendilerine göre yolculuğu rahatlatıyor, diğer taraftan da dertlerini yolcuya yüklüyorlardı. Hiçbir takside sabit bir fiyat veya taksimetre yoktu. Sıkı bir pazarlık yapmak gerekiyordu. Kentin bir ucundan bir ucuna 10 dolar ya da 15 Lübnan lirasına gidilebiliyordu. Beyrut trafiği ise farklı bir dosya konusu sanki. Beyrut’ta da İstanbul trafiği gibi bir yoğunluk vardı, ancak trafik kuralları yok hükmünde idi. Birçok aracın kaportasında vurma sürtme izi veya çökme vardı. Birçok kavşak noktasında trafik ışığı yoktu, her an bir trafik kazasına karışabilme korkusu ile yol alıyordu insan. Bu bağlamda Beyrut’un trafiği de kuralları da pek Türkiye’ye benzemiyordu, yayalara pek
müsamaha gösterilmiyor. Beyrut’ta kaldığım süre zarfında sabah, öğlen, akşam, gece hiç fark etmez, sürekli duyulan korna seslerinden çok sıkılmıştım.
Gezi boyunda bol etli ve bol baharatlı Lübnan mutfağını tecrübe ederek yemeklerin olmazsa olmazı humusla yakından tanışmış, sabah kahvaltısı olarak ekmek arası künefeyi tercih edenleri şaşkınlıkla izlemiştim. Bölgesel lezzetler için, bir zincir olan Barbar’da Falafel, Tabbule, gibi lezzetler lavaş tarzındaki ekmekle harmanlanıyordu. Genel olarak bölgede Ortadoğu yemek kültürü hâkim olsa da modern çağın lezzetlerine de rastlamak mümkündü
Benim için değişik bir tecrübe, keyifli bir seyahat idi Beyrut. Evet, Beyrut mistik ve efsunkâr bir coğrafyaydı. Varlıkla yokluğun, güzel ile çirkinin, imkânla imkânsızlığın aynı potada bulunduğu bir şehirden ülkeme dönerken rabbime bir kez daha şükrediyordum, ait olduğum yere dönebildiğim için. Bana yakışan ve yakıştığım yer Türkiye idi şüphesiz. Güzel bir memlekette, yaşanılası bir diyarda nefes aldığım için şükrediyordum. Hiçbir şeye değişemediğim, değişmeyeceğim, vazgeçmediğim vazgeçmeyeceğim ülkemi bir kez daha sevdim kendisinden üç gün uzak kalışımda. Ben daha bir heyecanlıydım, daha bir mutluydum pasaport noktasında ülkemin kapısını çalışımda.