Malum; sonbaharı yaşıyoruz. Sonbahar yaprakları kuvvetli lodosla bir oraya bir buraya uçuşuyor, çalışan bir punduna getirip köşeye biriken yaprak kümesini seri hareketlerle faraşına doldurup süpürgesi ile bastırarak tekrar uçup gitmesine mani olmaya çalışıyordu. Selden odun kapmak gibi bir şeydi yaptığı, tabi fırtına müsaade ederse. Dolu faraşı yakındaki çöp konteynerine boca ederken ayaküstü konuştuk. Demek ki şehir yerinde ağaç, bitki ekip dikerken sonuçlarını bir değil iki kere düşünecekmişiz, dedim. Önceden düşünmeden dikilip yapılmış abi, diye cevapladı. Haksız değildi.
Mesele tam da büyüklerimizin: Ne ekersen onu biçersin, sözündeki en ham çıkarımın karşılığıydı. Şehir plancıları; şehircilikte yapılan nokta kadar hatanın bedeli ağır olur, bir kere ödemekle de bitmez, der.
Bugün ülke ve ülke insanı; elektrik, su, doğalgaz, kanalizasyon gibi alt yapı yatırımları vaktinde yapılmadığı için çok bedel ödeyip canlarından bezmiştir. Durum böyle olunca; eğitim, sağlık, güvenlik, ulaşım, sosyal alanlarda da hizmetlerin kalite ve verimliliği hiçbir zaman arzu edilen düzeyde gerçekleşmemiştir. Hava kirliliği ise işin en can alıcı sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Ama yazık ki daha düzenli, konforlu, huzurlu şehirler kurmak için vakit çok geçmiştir.
Ne ekersen onu biçersin, sözüne dönersek; belediye temizlik çalışanın söylediği gibi ne yaparsak yapalım yanlış yapmayalım.
Ülkemizde yakın tarihe kadar peyzaj mimarlığı-mimarı yoktu. Ama ziraat mühendisi-teknisyeni vardı. Kendilerine sorulsaydı; en azından şehircilikte hangi ağacın, bitkinin ekilip ekilmeyeceğini, dikilip dikilmeyeceğini söylerlerdi. Bugün peyzaj mimarlığı-mimarlarımız var. Kendilerine sorulsa, görev verilse şehir içinde, mazı, likstürün, servi, çok büyümeyen sedir ve ladin gibi yapraksız ağaçların doğru tercih olacağı ile; iğde, dut, çınar, meşenin büyük park ve şehir ormanlarında olması gerektiğini söylerlerdi. Esnaf esnafken biliyor, işi çözmüş. İşyerini ve tabelasını haksız hesapsız bir şekilde kapatan gözünün içine kadar giren ağaçlarla, bildiği yöntemlerle(!) mücadele etmesini öğrenmiş. O da bir canmış, israf harammış. Laf…
Sayıları azalmasına rağmen şehirde olmaması olmasından daha hayırlı olan ağaç türleri hala sorun olmaya devam ediyor. Adını bilmediğim vişneye benzer, meyve ve çekirdeği ile kaldırımları boyayan ağacın şehir hayatında ne işi var? Kemal Kaynaş Caddesi kaldırım ve refüjlerinde azalsa da meyvesinden kimsenin istifade etmesini mümkün olmadığı dut ile iğde ağaçları arz-ı endam ediyor.
Elbette onların da yeri var, mesela Hakkı Teke Ormanı veya Türk Dünyası Parkı. Onlar buralarda güzel. Fidan deyip geçmeyelim, dikmeden önce maliyeti bir, diktikten sonra bin.
Oturduğum evin park olarak kullandığımız bahçesinde adı aylantus mudur nedir yabani kestane ve top akasyalar var ki; yazın araçlarımız akıttıkları sakız sağanağı ile yapış yapış. İçinde bulunduğumuz son bahar mevsiminde ise bahçede biriken yapraklar lodosla evcilik oynar gibi bir oraya bir buraya savrularak öbekler oluşturuyor. Mübarekler öyle becerikliler ki, ayağımızla merdivenlere, evimizin içine kadar nüfuz ediyor, balkon giderlerini tıkıyor. Geçtiğimiz sezon kuru yapraklar toz ve yağmurla el ele verip arabamın klima polen filtresini tıkamış. Olsun varsın. Tamirciler de Allah Allah diyor. Her yıl birkaç defa çuvallar dolusu yaprak ve dalcıklar olay mahallinden kürünüp (kürenip) motorlu-motorsuz araçlarla yolculuğa çıkarılıp sorun çözülmüş (!) oluyor. Yani selamın aleykümaleyküm selam, masrafa devam. İş bu durum bir bize özel değildir belki.
Sonuç: Belediyeler ve şahıslar iklime uygun, bodur, budama ve su istemeyen yapraksız her daim yeşil ağaç ve bitki tercih etme durumundalar.
Belediye ve insanımızın ısrarla yaptığı şey tam bir Türk usulü çözüm. Sormadan, bilmeden yapmak, önce kırıp sonra yapmak, önce kirletip sonra temizlemek. Hep yap boz, boz yap. Hay Allah… Ne yaparsak yapalım bir şeyi bir defada layığı veçhiyle yapamıyoruz. Kıskananlar çatlasın!
Her şeyi bilemeyiz, bilmemiz de gerekmez. Bilmediğimizi bilmemiz gerek. Hem, yanlıştan dönmek de bir şeydir.
Zahmet edip ilmini öğrenmeden, bir bilene sormadan, bileni dinlemeden bir adım ileriye gidemediğimizi artık görmemiz gerekiyor.
Şehir deyip, şehirde yaşayıp, şehir olamadan, şehirli olamadan daha ne kadar bekleyeceğiz.