“Ah Pürenim… Akıl çelen güzelim… Gerdanına dizilmiş pembe çiçeklerden yayılan o büyüleyici kokunu ilk o gün içime çekmiştim. İlk kez o gün dokunmuştum, bakmaya doyamadığım gövdene. Aklımı ilk kez orada düşürmüştüm, süpürge saçlarından, eteklerine. Vadinin koynundan yavaş yavaş ormana yayılan o ince sis gibi ruhuma sinmiş, sonra da içimde öylece kalmıştın…”
Kışın bu en sert ve soğuk günlerinde size her yıl bu mevsimde aklımı çelen bir güzeli anlatmak istiyorum…
Pürenim, süpürge saçlı sevdiğim…
Kavurucu yazı sıcaklarının ardından başlayan güz yağmurlarıyla yıl boyu narin, kırılgan gövdesiyle ormanın kıyısındaki kayalıkların üzerine oturup öylece ayaklarını boşluğa sarkıtan, sessiz, dingin ama bir sabah önünden geçerken bürünüverdiği şeker pembesi giysileriyle insanın aklını çelen güzelim. Her sonbahar yağmurlarının ardından aklıma düşen, her defasında yolumu değiştirip her yere oturduğu o yamacın önünden geçişim, ama her defasında onu göremeyişimi düşündükçe deli oluyorum.
DİZİNİN DİBİNDE OTURUP SAATLERCE KOKUNU İÇİME ÇEKMEK İSTİYORUM
Karacaoğlan’ın gönlünü nasıl çelip ona şiirler yazdırdıysa, benim aklımı da fazlasıyla çeliyor. Dizinin dibinde oturup saatlerce kokusunu içime çekmek, ince, kırılgan, mor ojeli parmaklarını birer birer öpmek, pembe pamuk şekerleri gibi çocuk aklımı çelen tenine usul usul dokunmak istiyorum. O, ormanın kıyısında öylece otururken, çevresini saran komşularının iğneleyici sözlerine aldırmadan önlerinden hızla geçip soluğu eteğinden almalarımı düşündükçe kendi kendime gülüyorum.
Onu ilk gördüğümde, daha doğrusu onu ayırt etmeye başladığımda bıyıkları yeni terlemeye başlamış mahcup bir çocuktum. Denizden epeyce yüksekte, rüzgârlı bir yamaçta, çamların dibinde öylece dağları seyrediyordu.
AH PÜRENİM, AKIL ÇELEN GÜZELİM…
Ah Pürenim… Akıl çelen güzelim… Gerdanına dizilmiş pembe çiçeklerden yayılan o büyüleyici kokunu ilk o gün içime çekmiştim. İlk kez o gün dokunmuştum, bakmaya doyamadığım gövdene. Aklımı ilk kez orada düşürmüştüm, süpürge saçlarından, eteklerine. Vadinin koynundan yavaş yavaş ormana yayılan o ince sis gibi ruhuma sinmiş, sonra da içimde öylece kalmıştın. Sonra her yıl seni görebilmek için aynı yere gittim. Saatlerce yürümem gerekiyordu sana ulaşabilmek için. Her geldiğimde, seni her gördüğümde, orada öylece sonsuza kadar var olabilmeni diledim tanrıdan. Ormanın perilerine fısıldadım, toprağın ruhuna, kireçtaşlarının kalbine dokunup seni korumalarını diledim. Seni sonsuza kadar sevebileyim diye…
MAHALLENİ BİR ŞİRKETE SATTILAR
Bir gün soluk soluğa seni görmeye çıktığımda ormanda, evinde yoktun. Kimsecikler yoktu. Komşuların, arkadaşların, sırdaşların. Ama hiç kimse yoktu. Mahallenizde kocaman, gri, kızıl, çamurlu bir boşluk kalmıştı. O çok sevdiğin, çamların, pirnalların altında üzerine oturup ayaklarını sarkıttığın taşları bir şirkete satmışlardı. Bir çağ yangını gibi, kocaman iş makineleri gelip vahşice söküp atmışlardı mahallende ne varsa. Yaşamını borçlu olduğun o kayalıkları peynir kalıpları gibi kesip dev kamyonlara yükleyip götürmüşlerdi. Belki bir yola mıcır, belki de bir apartmana kaplama olmuştu, üzerinde görüp sana âşık olduğum o yamaçtaki kayalık!
Ah Erica’m… Gönlümün ışıltısı, tutku çiçeğim. Gençliğim, geçmişim, geleceğim… Umudun her yanı saran bir vahşetin değirmen taşlarında öğütülüp un ufak edildiği günlerin tam ortasında, kışı bahar eyleyen sevdiğim. Bugünü yarına ulayan güzelim. Sen mahallenden koparıldığın günden beri aklımdan hiç çıkmadın. Kentin kıyılarındaki ormanlıklarda hep seni aradım durdum. Kimi zaman bir otobüste hızla geçerken, kimi zaman da telaşlı bir koşuşturma sırasında bir serap gibi bir görünüp bir kayboldun…
YAĞMURLARIN BİZİ TERK ETTİĞİ GÜNLERİN ARDINDAN ÇIKAGELDİN
Taa ki birkaç yıl önce seni yeniden bulana kadar sürdü bu hasret dolu günler… Hoyratlığın kıyısında geçen, yağmurların bizi terk ettiği günler. Kitlesel bir histeri nöbeti gibi yüzümüzü ölüme, sırtımızı yaşama döndüğümüz günler. Yaşam sevincinin ve neşenin, her birimizin boğazına kocaman bir yumruk gibi saplanıp kaldığı o şaşılası günler…
Pürenim, özlemim, suskun çiçeğim…
SENİ GÖRDÜM YA, SANKİ ÖLÜMSÜZ OLDUM
Bir sabah, telaşlı bir Aralık sabahı nefesimde kokunu duyarken çıkageldin karşıma. Yolun kıyısında, öylece unutulmuş, belki de bu yağma iştahının arasında tabakta sona saklanmış bir ormanın kıyısında gülümseyiverdin ruhuma. Kış ortasında ışığım oldun, özlemle öptüm parmaklarını birer birer. İnce, kırılgan tenini okşadım, kokunu içime çektim, nefesim kesilircesine. Ah Pürenim… Öldüm öldüm, dirildim. Seni gördüm ya, sanki ölümsüz oldum.
HER SABAH YOLUMU DEĞİŞTİRİP KOŞMALIYIM SANA
Ah Erikam, nerelerdeydin diye soramadım. Görüyordum çünkü birer birer evini başına yıktıklarını. Görüyordum, yavaş yavaş seni yaşamdan uzaklaştırdıklarını. Duyuyordum, binlerce yıldır soluklandığın toprakların haraç mezat elden ele satıldığını, kapıların ardında varlığını yok edecek imzaların atıldığını. Nasıl anlatmalı seni, bir ömre ışık verişini. Bin cana can oluşunu. Kime dinletmeli senin o içli içli gülüşünü. Aklımdan ışık hızıyla geçiyordu, içinde senin olduğun düşünceler. Olsun, yeniden gördüm ya seni. Şimdi bunları bir yana bırakıp doya doya, özlemle, tutkuyla koklamalıyım o benzersiz tenini. Binlerce sevda çanının pembeye boyadığı yüzünü öpmeliyim incitmeden. Geldin ya bir daha, her sabah yolumu değiştirip soluk soluğa koşmalıyım sana, karışmalıyım o saklı ormana.
Ah Pürenim, güzel sevdiğim. Bekle, her kış geleceğim…
‘GÜZEL SEVME DERLER, NASIL SEVMEYİM’
İşte benim aklımı alan güzellerden biri bu. Salvia’yı, anemonu ve hayıtı da aklımdan hiç çıkarmıyorum elbette. Ama “Güzel sevme derler, nasıl sevmeyim. Sevsem öldürürler, sevmezsem öldüm” diyor ya Karacaoğlan, püren de sevilirse güzelliğiyle insanın başını döndüren, sevilmezse de yok olup giderek ölüme terk edilen güzelliklerden biri işte. O zaman bu orman güzeline biraz daha yakından bakıp, kimlerden, nerelerden gelir, nereye gider daha yakından tanımış olalım. Belki de aranızda onunla ruh yoldaşı olanlarınız bile vardır, kim bilir…
KIŞ ORTASINDA GÖNÜLLERİ ISITAN GÜZELLİK: ERİCA
Maki ailesinin sadelikle görkemi büyük bir incelikle buluşturabilen bireylerinden biri olan bu güzelin adı püren. Fundagillerden. Bir topluluğa adını veren iddiasız gibi görünen ama gösterişli bir bitki. Latince adı ‘Ericaceae.’Avrupalılar ona bu yüzden Erica diyorlar. Özellikle Noel zamanı kimi kentlerin sokaklarını süslemeye başlayan ericalar, kış soğuğunda gönülleri ısıtan bir güzellik. İtalya’dan Lübnan dağlarına uzanan Akdeniz havzasında, deniz seviyesinden yaklaşık 1.500 metrelere uzanan rakımlarda varlığını sürdürebilen püren, biraz çıtkırıldım gibi görünen yapısına rağmen oldukça dirençli bir bitki.
AKDENİZ’DEN AVRUPA’YA GELİN GİTTİ
Afrika’dan Akdeniz çevresine gelip yerleşen ancak tıpkı kuzeye doğru göç eden insanlar gibi zamanla Avrupa’ya gelin giden püren, oranın iklimine de uyum sağlayan türler geliştirmiş. Ardından da Kuzey Amerika, Asya ve Grönland’a kadar yayılmış. Ancak onun ruhu her zaman Akdenizli kalacak.
ÇAM VE MAKİNİN AMANSIZ YARIŞIN ARASINDA KALAN GÜZELLİK
Türkiye’de Trakya’dan başlayıp, Marmara, Ege ve Akdeniz bölgesi boyunca doğal olarak yetişen püren, her dem yeşil kalan minik yaprakları, ince, kırılgan dalları üzerine salkım salkım dizilen pembe ya da beyaz çiçekleriyle dikkatleri üzerine çeker. Kireçtaşı ve serpantin kayalıklarda, kızılçam, pirnal, delice ya da sakız ağacı topluluklarının arasındaki açıklıklarda boy gösteren püren, halk arasında yağlıca, süpürge çalısı ya da palan gibi isimlerle de anılıyor. 20 santimden 2 metreye kadar boylanan pürenlerin yüksek rakımlı bölgelerde yetişen bazı türleri maki topluluğunun ağaççıklarıyla yarışırcasına büyüyebilir.
SONBAHARIN HÜZNÜNE BİR NEŞE VE MUTLULUK MOLASI
Sonbaharda çiçeklenmeye başlayan pürenler, toprağın yüzeyini şenlendiren, güz çiğdemi ve sıklamenlerle birlikte ilkbahar ve yazın bin türlü çiçeğinden devraldıkları yeryüzünü güzelleştirme nöbetini hakkıyla yerine getiren direnişçilere dönüşürler. Sonbaharın hüznüne verilmiş bir neşelenme ve mutluluk molası sanki. Kıyılarda bu mola kışı da atlatarak, iklim koşullarına göre bahara kadar sürer.
EN ÇOK ARILAR VE KELEBEKLER SEVİYOR
Geçmişte çiçekleri dökülen püren çalılarının saplarının birleştirilip bağlanmasıyla oluşturulan demetler, İzmir, Antalya, Muğla, Mersin ve Hatay’ın köylerinde bahçe ve ağıl süpürmek için kullanılmış. Püren dallarında gölgelik yapmak da yine halk arasında doğanın sağladığı kolaylıklardan biridir. İnsanı da büyüleyen bir güzelliğe sahip olan pürenleri sanırım en çok arılar ve kelebekler seviyor. Muğla’nın, Datça, Marmaris ve Köyceğiz gibi ilçelerinde arıcılar için önemli bir nektar kaynağı olan püren çiçeği balı yöre halkı için de önemli bir gelir kaynağı.
KORUMA STATÜSÜ OLMAMASI PÜRENLERİ TEHDİT EDİYOR
Ancak hep çalı olarak görülüp küçümsenen türlerin başında gelen pürenler için eğer bulundukları yer sit alanı ya da milli park değilse ne yazık ki özel bir koruma statüsü bulunmuyor. Bu da hızlı bir yok oluşun kapısını aralıyor. Yakın zaman öncesine kadar bütün Ege ve Akdeniz sahillerinde ve Toroslarda topluluk olarak görülebilen pürenler, insan baskısı, betonlaşma, vahşi madencilik ve çeşitli nedenlerle hızla azaldı. Antalya’nın kemer, Kaş ve Manavgat ilçelerinde hala pürenlerin görülebildiği alanlar mevcuttur. Antalya- Konya karayolunun, Manavgat-Akseki bölgelerinde de yol kenarlarında gülümsemeyi sürdüren pürenlerden sadece arılar değil, insanlar da şifa kaynağı olarak binlerce yıldır yararlanmış. Dezenfektan etkisi olduğu bilinen pürenin hoş kokulu çayı, halk arasında yaygın olarak idrar söktürücü, kabızlık önleyici olarak kullanılmış.
KARACAOĞLAN’IN ŞİİRİNE KATIK ETTİĞİ PÜRENLERİ ZİYARET EDİN
Anadolu dağlarının bitkilerini diliyle şiirine katık eden Karacaoğlan, “Arılar da konmaz oldu pürene, şükür olsun bu sevdayı verene” dizeleriyle Akdeniz yamaçlarının bu ışıklı güzelini de unutmamış. Sizin de yolunuz bu günlerde Akdeniz’e, Ege’ye düşerse ruhunuzu yoran bu boğucu zamanlara biraz ara verip, pürenleri ziyaret edin. Bir püren çalısının dibine oturup o minik çiçeklerini koklayın, uzun uzun içinize çekin. Göreceksiniz, yaşamın binlerce yıllık neşesini bir çırpıda içinize dolduracak. Bunca keder, bunca iç yangını biraz da bu güzelliklere sırtımızı dönmemizden değil mi?