26 Ağustos gecesi yakılan kurtuluş meşalesinin ışıttığı yüzleriyle, yürekleri ellerinde bu toprakların bekası için özünü feda eden isimsiz kahramanlara...

Anadolu, yeryüzünde insanın öyküsünün yazıldığı benzersiz bir coğrafya...

Binlerce yıl boyunca doğudan, batıdan, güneyden, kuzeyden akın akın geldiler... Kimi zaman istila için, kimi zaman yağmalamak için, kimi zaman da sığınmak için. Anlamak için geleni de oldu, unutmak için geleni de...

Ama en çok yaşamak için, yeni bir yaşam alanı bulmak için geldiler...

Hititler kuzeydoğudan, onları tarihe gömen Frigler kuzeybatıdan; Persler doğudan, onları Anadolu'dan çıkaran Helenler (Büyük İskender) batıdan geldi. Romalılar batıdan, Roma'nın ardılı olan Bizans'ın egemenliğine son veren Türkler doğudan geldi...

Batılıların 'Asia Minor' (Küçük Asya) diye andıkları Anadolu, binlerce yıldır kanla sulanan bu toprak; barışın da, sevginin de hoşgörünün de filizlendiği bir coğrafya oldu...

Anadolu'yu krallar, sultanlar, padişahlar, beyler, voyvodalar, ayanlar, ağalar ve paşlar yönetti ancak binlerce yıl hep üretenler ayakta tuttu...

Anadolu toprağını paralı askerler, lejyonlar, başı bozuklar, yağmacılar istila etti ama hep sıradan halk savundu...

Bu yüzden Anadolu'nun binlerce yıllık öyküsü içerisinde topyekün sıradan insanların, çiftçinin, köylünün, öğretmenin ve doktorun, çobanın ve marangozun işgalcilere karşı birlikte kazandığı zaferlerin en büyüğü 30 Ağustos olarak tarihe yazıldı...

Bu yüzden Mustafa Kemal Anadolu tarihinde halkına güvenen ve halkıyla birlikte tarihin akışını değiştiren tek lider olarak kazındı, bu coğrafyanın hafızasına...

Bu yüzden Nazım Hikmet, Bursa Cezaevinde tanıdığı halkının gözlerinde parlayan ışığında Kuvayi Milliye Destanını yazdı; yani her şeye karşın bu toprakları daha nice zaman ayakta tutacak olan halkın destanını:

26 Ağustos gecesinde saatler iki otuzdan beş otuza kadar ve İzmir Rıhtımından Akdeniz'e bakan nefer.

Saat 2.30.

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır, ne ağaç, ne kuş sesi, ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin, gece yıldızların altında kayalardır.

Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim, daha yakın, daha küçük kaldığı için ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe'den dünyanın en yıldızlı karanlığını.

Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık tepesi olmasa Afyon Karahisar şehrinin ışıklan gözükecek.

Kuzeydoğuda Güzelim dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor.

Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:

Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçük bir nehirdir

Akarçay Dereboğazı'ında değirmenleri çevirip ve kılçıksız yılan balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar.

Ve kocaman çiçekten eflatun kırmızı beyaz ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar.

Ve Afyon önünde Altıgözler köprüsünün altından gündoğuya dönerek ve Konya tren hattına rastlayıp yolda Büyükçobanlar köyünü solda ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp, gider.

Düşündü birdenbire kayalardaki adam bu kaynakları ve yolları ve düşman elinde kalan bütün nehirleri.

Kim bilir onlar ne kadar büyük, ne kadar uzundular?

Bir çoğunun adını bilmiyordu, yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel  Selimşahlar çiftliğinde ırgatlık ederken Manisa'da geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında O'nu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saati sordu

Paşalar: “Üç”, dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu.

Bıraksalar

ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı.

Saat 3.30.

Halimur-Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir.

İzmirli Ali Onbaşı (Kendisi tornacıdır) karanlıkta göz yordamıyla sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi baktı manga efradına birer birer:

Sağda birinci nefer sarışındı, ikinci esmer.

Üçüncü kekemeydi fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyleyen.

Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.

Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.

Altıncı, inanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam, memlekette toprağını ve tek öküzünü ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu mahkemeye verdiler ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için ona 'Deli Erzurumlu' derdiler.

Yedinci Mehmet oğlu Osman'dı.

Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir, yine de dimdik ayakta kalabilir.

Sekizinci İbrahim korkmayacaktı bu kadar bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar.

Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki: tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar.

Saat: 4

Ağzıkara-Söğütlüdere mıntıkası.

On ikinci Piyade Fırkası.

Gözler karanlıkta, uzakta.

Eller yakında, mekanizmalar Üzerinde.

Herkes yerli yerinde.

Tabur imamı, mevzideki biricik silahsız adam: ölülerin adamı, kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp el kavuşturup sabah namazına, içi rahattır.

Cennet, ebedî bir istirahattır.

Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı, meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir

Cenabı rabbülâlemîne şühedâyı.

Saat: 4.45.

Sandıklı civarı.

Köyler.

Sarkık, siyah bıyıklı süvari, çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.

Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu:

dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük...

İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük, atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.

Geride, köylerde bir horoz öttü.

Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari ellerinin tersiyle yüzünü örttü.

Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan bir başka horoz vardır;

Balta ibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.

Düşmanlar her hal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır.

Saat beşe on var.

Kırk dakka sonra şafak sökecek.

'Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak'

Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde.

On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti

ve onların genci, uzunu,

Darülmuallimin mezunu

 Nureddin Eşfak, mavzer tabancasının emniyetiyle oynayarak konuşuyor:

-Bizim İstiklâl Marşı'nda aksayan bir taraf var, bilmem ki, nasıl anlatsam,

Akif, inanmış adam, fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum.

Meselâ, bakın 'Gelecektir sana vadettiği günler Hakkın'

Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize.

Onu biz, kendimiz vadettik kendimize.

Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair.

“Kim bilir belki yarın...”

Saat beşe beş var.

Dağlar aydınlanıyor.

Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.

Gün ağardı ağaracak.

Kokusu tütmeğe başladı:

Anadolu toprağı uyanıyor.

Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp ve pırıltılar görüp ve çok uzak çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak bir müthiş ve mukaddes macerada, ön safta, en ön sırada, şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

Topçu evvel mülâzimi Hasan'ın yaşı yirmi birdi.

Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa.

Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.

Şimdi bir hamlede o kadar büyük.

Öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını ağlanacak kadar küçük buluyordu.

Yüzbaşı sordu:

- Saat kaç?

- Beş.

- Yarım saat sonra demek...

98956 tüfek ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar, bütün aletleriyle ve vatan uğrunda, yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle Birinci ve ikinci Ordu'lar baskına hazırdılar.

Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,  beygirinin yanında duran sarkık, siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına.

Nureddin Eşfak baktı saatına:

- Beş otuz...

Ve başladı topçu ateşiyle ve fecirle birlikte büyük taarruz...

Sonra.

Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.

Bunlar: Karahisar güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

Sonra.

Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini  ihata ettik Aslıhanlar civarında 30 Ağustosa kadar.

Sonra.

Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyi külliyesi imha ve esir olundu.

Esirler arasında General Trikopis: alaturka sopa yemiş bir temiz ve sırmaları kopuk firenk uşağı...

Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nureddin Eşfak'ın ayağı.

Nureddin dedi ki: 'Teselyalı Çoban Mihail'

Nureddin dedi ki: 'Seni biz değil, buraya gönderenler öldürdü seni...'

Sonra.

Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir'e doğru yürürken

serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu.

Devrildi. Kürek kemikleri altında toprağı duydu.

Baktı yukarı, baktı karşıya. Gözleri hayretle yandılar: önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları her seferkinden kocamandılar.

Ve bu postallar daha bir hayli zaman üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.

Sonra.

Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken

kederinden yüzlerini toprağa döndüler.

Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı,

Kan içindeydi yüzü gözü.

Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.

Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere

ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da.

Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı ardarda çakan aydınlık bir bütündü.

Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu:

'Dörtnala gelip uzak Asya'dan Akdeniz'e

bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak

ve ipek bir halıya benze yen toprak,

bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

Ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim...'

Sonra.

Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik ve Kayserili bir nefer

yanan şehrin kızıltısı içinde gelip öfkeden, sevinçten,

Ümitten ağlaya ağlaya,

Güneyden Kuzeye,

Doğudan Batıya,

Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.

Ve biz de burda bitirdik destanımızı.

Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,

Türk halkı bağışlasın bizi,

onlar ki toprakta karınca,

suda balık, havada kuş kadar çokturlar,

korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar

ve kahreden yaratan ki onlardır,

kitabımızda yalnız onların maceraları vardır...”