Hayatını öğrencilere ve eğitime adamış bir öğretmen olan köşe yazarlarımızdan Kemal Uysaler'in "Öğretmenlikte Yaptıklarım ve Yapamadıklarım" konulu eseri onun yıllar içinde edindiği deneyimlerin ve unutulmaz anekdotların bir derlemesini sunuyor.

Söz Uçar Yazı Kalmalı diyen Kemal Uysaler'in öğrencilerine bir armağan niteliğinde olan eserinden; 

Hava soğuk, boğaz durgun, martılar sessiz ve etraf yosun kokusu. Uzaklarda Kızkulesi boynunu bükmüş gitme der gibi duruyor. Peronlar insan dolu. Hafiften yağmur yağıyor. Yolculuk Haydarpaşa'dan başladı ve dördüncü peronda trenin arkasından koşan bir çocuk durmadan hıçkırarak ağladı.

İçimde bir hüzün var, gözlerim yaşlı…

Öğretmen olarak atamam Arapgir’e yapılınca, lise yıllarımda ve Üniversite yıllarımdan tanıdığım, aynı yurdun aynı odalarını paylaştığım bir Karamanlı arkadaşımın Arapkir’de olduğunu düşündükçe, yıllardır Arapkir’de yaşıyor hissine kapılmaktan kendimi alamıyordum.

İstanbul Hukuk Fakültesi’nde eğitim gören ve Arapgir’de savcı olan bu arkadaşımla, düşüncelerimi ve fikirlerimi paylaşacağımı anımsamak bile bana bir heyecan veriyordu.

Öğrencilik, çalışma hayatım ve askerliğimin oluşturduğu ve dolu dolu dokuz yıl yaşadığım İstanbul’dan ayrılıyorum.

Yıl 1975, aylardan Ocak. Ocak ayının ilk günlerinde, İstanbul Haydarpaşa Garı’ndan ayrılan kara tren, geceyi gündüze katıp, dağları, yaylaları ve ovaları aşarak Anadolu’nun içlerine doğru durmadan yol alıyor…

Anadolu, önümüzde uzadıkça uzayan bir beyaz dünya sanki…

Kara tren bu beyaz dünyada gece ve gündüz kayarak, sabahın erken saatlerinde oflayarak, puflayarak, hışırdayarak, Malatya Tren İstasyonu’na girdi.

Trenden inen çok az insanı bağrına basan Malatya, beyaz örtüler altında sessiz ve yorgun yatan bir hasta gibi karlar altında adeta dinleniyordu…

Kitapların ve elbiselerimin bulunduğu çantaları alarak, trenden inip, beklemekte olan bir taksinin yanına geldim.

Uzun boylu genç biri olan araç sürücüsüne:

“Arapgir’e gideceğim bu nedenle, Arapgir’e giden taşıtlara yakın bir otele gitmek istiyorum,” dedim.

Karların eridiği yolda ilerleyen araç, Sinan Oteli’nin önünde durdu. Gerekli işlemler yapıldıktan sonra odama geçtim. Aç, uykusuz ve yorgundum. Yatağa kapandım.

Elazığ’a… Elazığ’a… Elazığ’a çağrısını durmadan yapan bir kişinin bağrışları sonunda kendime geldim. Caddeye çıktım.

Soğuk nedeniyle az sayıdaki insanın, dalgın bir şekilde aşağı yukarı gittikleri kaldırımdan işyerlerini soluma alarak, aşağıya doğru indim.

Büyükçe bir meydan, meydanın arka kısmında Vilayet Binası ve önünde de Kurtuluş Savaşımızın kahramanlarından Genel Kurmay Başkanı, Batı Cephesi Komutanı, I. ve II. İnönü savaşlarının komutanı, Mudanya ve Lozan Antlaşmalarının mimarı, Atatürk’ün en yakın silah ve düşünce arkadaşı, asker, diplomat ve siyaset insanı rahmetli İsmet İnönü’nün heybetli heykelinin önünde durdum.

Malatyalıların, İsmet İnönü’ye sahip çıktıklarını ve bağırlarına bastıklarını böylece İsmet İnönü’ye duydukları bir vefa borcunu yerine getirdiklerini gördüm, duygulandım.

Yaptiklarim Yapamadiklarim 11

Heykelin karşısında bahçe içinde bir kahvehanede birkaç bardak çay içtim. Oradan yakındaki bir lokantada yemek yedikten sonra Arapgir araçlarının hareket ettikleri yere geldim.

Roma, Bizans ve Osmanlıya başkentlik yapan bir kültür merkezi ve milyonluk bir şehir olan İstanbul’dan birkaç binlik bir ilçeye gitmek üzere olduğumu düşündüm, anlaşılması güç duygulara kapıldım.

Aracın bulunduğu yerde, etraftaki binaların pencerelerden çıkarılan bacalardan dökülürcesine boşalan siyah dumanlar, bir taraftan etrafı alaca bir karanlığa sokarken; bir taraftan da genizleri yakıyordu.

İnsanlar, yanıklığın yarattığı olsak gerek, gözleri yaşarırken, genizlerdeki bu yanıklığı atabilmek için zaman zaman kesintili olarak öksürüyordu.

Dumandan bir an önce kurtulmak için birkaç kişin bulunduğu araca girdim. Aracın kapısı açık olduğu için duman aracın içinde de hissediliyordu. Yanıma oturan orta yaşlı, ak saçlı bir kişiye:

“Araç ne zaman hareket edecek?” diye sordum.

“Belli bir hareket saati yok, ama akşama kalmamak için insanlar birazdan gelirler ve hareket edilir,” dedi.

Aracın içi ve üst kısmı çuvallar, sepetler ve kovalarla dolduktan sora araç hareket etti.

Yerleşim alanından ayrıldıktan sonra önümde göz alabildiği kadar uzayan bir beyaz deniz oluştu. Gittikçe kar yığınlarının artması, bu denizin derinliği gibi görülmeye başladı.

Araç, oldukça yavaş ilerliyor, yolun kenarındaki kar göstergesi olan direkler rahatlıkla sayılabiliyordu.

Bir ara araç durdu. Araç sürücüsü:

“Yoldan çıktık. Bir omuz verin de tekrar yola girelim,” dedi.

Birkaç kadın, çocuk ve araç sürücüsünün dışındaki bütün yolcular, araçtan indi ve aracı omuzlarıyla, ellerini dayayarak, itip, araç yola tekrar getirildi. Bu durum birkaç kez daha devam etti.

Malatya’dan ayrılalı yaklaşık dört saat geçtikten sonra, hava kararmaya başladı. Etrafı görebilmek ve etrafta olanları seçebilmek zorlaştı.

Sol tarafında çeşme olan küçük bir tepeye gelindiğinde, yanımdaki kişi, parmağıyla üzerinde kara bulutların çöreklendiği ve yanıp sönen lambaların kör ışıklar içindeki bir yeri göstererek:

“Arapgir,” dedi…

1960 yıllarında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı ve benim de hocam ve Arapgirli olan Prof. Dr. Afif Erzen gözlerimin önüne geldi. Hayalimde İstanbul’a gittim. Fakülteme, hocalarıma ve arkadaşlarıma ait hatıralarım birden canlandı. Hafifçe üşüdüm. Araba virajları aldıkça sallandık ve ben bu kez Türkiye’de ilk Cemevi’nin Arapgir ilçesine bağlı Onar Mahallesi'nde Şeyh Hasan Onar tarafından 1224 (Hicri 621) yılında yaptırılan Büyük Ocak Cemevi’nin varlığını sürdürdüğünü hatırladım.

Aracımız, bacalarından kara kara dumanların gökyüzüne yükseldiği, duvarlarla çevrili iki ya da tek katlı evlerin önünden inişe geçmiş bir uçak gibi, tepeden aşağıya betona benzeyen ve sokak lambalarının ve evlerden çıkan sönük ışıkların zar zor aydınlattığı yoldan kayarak, küçük bir meydanda durdu. Şoför, bir uzay istasyonunu yeryüzüne indiren bir astronot edasıyla etrafı süzdü.

İndiğimiz meydan çok soğuktu. 1972 yılında askerliğimi Sarıkamış’ta yaptım böyle bir soğuk yaşadığımı hatırlamadım. Açlık ve yorgunluktan olsa gerek diye düşündüm Soğuk, adeta keskin bir bıçak gibi sürekli olarak yüzümü kesiyordu.

Yaptiklarim Yapamadiklarim 12

Meydanda, karanlığın ve soğuğun iyiden iyiye kendisini hissettirdiği bir ortamda, birkaç kişinin etrafta dolaştığını gördüm.

Meydan, geliş yönünde devam eden bir yolla ve aşağıya doğru devam eden bir yolla birleşiyordu.

Meydanın etrafı, hükümet binası ve belediye binası olduğunu sonradan öğrendiğim binalar ve bir akaryakıt istasyonu ile çevrilmişti. Aklıma hemen İstanbul’daki Taksim Meydanı geldi, içim sız etti.

Akaryakıt istasyonu boştu ve istasyonun arka taraflarından ekmek kokuları geliyordu.  Ekmek fırını olabileceğini düşündüm.

Bundan böyle bir süre yaşantım, bu meydan ve bu meydanı çevreleyen binalar arasında geçecekti…

Yolcuların, eşyalarını alarak araçtan ayrılmasından sonra aracı kullanan kişi, ışıkları sönük olarak seçilen iki katlı bir binayı göstererek:

“Alttaki lokanta, üstteki de Çelebilerin oteli,” dedi.

Araçtan çantalarımı alarak, etrafı kar yığınlarıyla çevrili otele doğru ilerledim. Otelin merdivenleri dışardaydı. Buzlanabileceğini düşündüm ve çantalarımdan birini merdivenin önünde bıraktım, diğerini otelin kapalı olan kapısına kadar götürüp bıraktım. İkinci çantayı da otelin kapısına kadar götürdüm, elimde çantalarla içeriye girdim.

Orta büyüklükteki salonun arka tarafında, önünde küçük bir masa olan kişi, ayağa kalkarak bana doğru yaklaştı, çantalardan birini alarak, masanın yanına bıraktı.

Başında bir siyah renkli bere olan, orta boylu, hafif şişman, kalın kaşları ve kaşlarının gölgelediği iri siyah gözleri ve sürekli gülüyormuş gibi yüzü olan kişi:

“Hoş geldiniz, hüviyetinizi verin,” dedi.

Masadan çıkardığı bir kâğıt üzerine hüviyetimdeki bilgileri yazarken:

“Nereden geliyorsunuz?” diye sordu.

“İstanbul’dan geliyorum.”

“Hayırdır?”

“Öğretmenim.”

“Nerede?”

“Lisede”

“Hayırlı olsun”

Bir müddet yüzüme baktıktan sonra:

“Aşağısı lokanta, yemek yiyecek misiniz?” diye sordu.

Lokantada küçük bir sobanın etrafındaki masada birkaç kişi vardı. Yandaki masalardan birine oturup, sıcak yemeklerden istedim. Yemeği yedikçe uykum artarak gelmeye başladı. Otele çıktım.

Görevli, üç yataklı bir odaya çantalarımı bırakmış, odadaki sobaya birkaç odun attığı sobayı yaktı, yüzüme bakarak:

“İyi geceler,” diyerek odadan ayrıldı…

Sabah erken oldu. Gözlerimi açtım. Soğuk olduğu için yataktan bir türlü çıkamadım. Yatakta debelenirken otel görevlisinin telefon konuşmalarını duydum. Sesi kesik kesik geliyordu. İyice kulak kabarttım. “Tamam Savcım.” “Söylerim Savcım.” “Başka bir emriniz var mı Savcım?” dediğini duydum. Birkaç dakika sonra odanın kapısına vuruldu. “Gel.” Dediğimi duyan otel görevlisi çekingen, endişeli ve meraklı bakışlarıyla:

“Hocam Savcı Bey aradı. Sizi sordu. Yarım saat içinde buraya geleceğini söyledi.” dedi. Bir şeyler daha söylemek istedi, ama söyleyemeden öylece yüzüme bakıp kaldı. Başını birkaç kez sağa sola salladıktan sonra odadan ayrılırken duyulmayacak sessizlikte bir şeyler söyledi.

Savcı Şahabettin, yaşamının merkezine insanı yerleştiren güçsüzden, haklıdan, çalışandan, üretenden yana olan, sürekli espri yapan eşyalara ve giyeceklere fazlaca değer vermeyen. Dost canlısı, yardım seven, özgüveni çok gelişmiş siyah saçlı, siyah gözlü, esmer, her zaman aranılan ve yokluğu hissedilen biri.

Yataktan kalktım. Giyindim. Otel görevlisinin yanına geldim. Görevlinin masasının yanındaki koltuklardan birine oturdum. Görevli ürkek, çekingen ve meraklı bakışlarıyla arada sırada yüzüme baktı. Odada serin bir sessizlik oluştu. Bir süre sonra kapı açıldı ve odaya gülerek Savcı Şahabettin girdi. Otel görevlisi ile ayağa kalktık. Savcı boynuma atıldı. “Hoş geldin Kemal,” diyerek karşıdaki koltuğa oturdu. Otel görevlisi rahatladı. Anlamsız anlamsız gülmeye başladı. Adeta ağzı açık kaldı. Savcı:

“Senden kurtulmak yok galiba Kemal. Kuş uçmaz kervan geçmez bu yerde de buldun beni.” der demez bir kahkaha tufanı koptu. Ayağa kalktık. Korkuluklara tutunarak çok dikkatli bir şekilde yer yer buz tutan merdivenlerden indik. Merdiven başında biri uzun diğeri biraz daha kısa boylu olan iki kişi bekliyordu. Savcı uzun boylu olana:

“Hasan yukardaki eşyaları alın ve evin altındaki terziye bırakın.”

“Tamam Savcım.”

Bu konuşmalardan sonra otelin altındaki lokantaya girdik. Orta yerde nar gibi kızaran bir soba ve sobadan biraz uzaktaki birkaç masada insanlar vardı. Bizi görenler ayağa kalktılar, başlarıyla selam verip masalarına tekrar oturdular. Biz sobaya biraz yakın bir yerdeki masaya oturduk. Lokanta sahibi olduğunu sonradan öğrendiğim kilolu bir kişi, gülerek:

“Hoş geldiniz Savcım” dedikten sonra bana da dönerek:

“Siz de hoş geldiniz.” diyerek başıyla selam verdi.

Lokantacıya bakan Savcı:

“Lütfi bize hangi çorbadan vereceksin?”

“Savcım kelle paça var. Çok güzel. Memnun kalacağınızdan eminin.” Savcı Şahabettin bana bakarak:

“Kemal Lütfi ustanın kelle paça çorbası çok güzel olur. Öneririm. Ben isteyeceğim.”

“Ben de isteyim o zaman.”

“Lütfi ustam bol sirkeli ve bol sarımsaklı iki kelle paça istiyoruz.”

Çorbaları içtikten sonra dışarıya çıktık. Dondurucu bir soğuk. Yolun her iki tarafında da buzlanma var. Dengemizi zor sağlayarak ilerledik. Eve giderken camekanında pidelerin asılı olduğu bir fırının önünden geçtik. Bir müddet sonra eve geldik. Ev toprak damlı kerpiçten yapılı iki katlı. Alt katta ev sahipleri oturuyor. Kapının önünde kömür yığını olan kapı açıldığında için de yataklar bulunan iki divan, orta yerde bir yanmakta olan kömür sobası, küçük bir sehpanın üzerinde bir telefon, içinde yüz yüz elli kitabın bulunduğu küçük bir kitaplık ve nihayet mutfak olarak kullanılan karanlık bir oda ve odaya girişin bir yerinde de küçük bir masa ve dört sandalye var.

Odaya girdiğimde bir sıcaklık yüzüme çarptı. Az da olsa bir rehavet verdi. Gözüm öncelikle Şahabettin’in gösterdiği yatağa kaydı. Soğuktan sıcak bir ortama gelmiş olmam uyku hali yarattı.

Acelesi olan bir kişinin tutumuna benzer bir şekilde duran Savcı Şahabettin:

“Kemal ben ayrılacağım. Telefon orada, yanında da rehber var acıktığın zaman lokantadan ya da başka yerlerden istediğin ne olursa ara iste burayı bilirler, hemen getirirler” dedi ve ayrıldı.

Yatağa uzandım. Yorgunluğumun hala geçmediğini hissettim. Uzun bir uyku hali yaşadım. Karnımın açlığını anladım. Dolaptaki tahinhelvası ile bir parça ekmek yedim, toparlandım. Akşama doğru Savcı Şahabettin geldi. Telaşlı bir hali vardı. Yüzüme uzun uzun baktı:

“Kemal hadi üzerine bir şeyler al, seninle bir yere gideceğiz.” dedi. Hiçbir yeri bilmediğim için nereye gideceğimizi sormadım. Dışarıda hava oldukça soğuk. Yol, karla kaplı. Düşmemek için yavaş yavaş ve kısa adımlarla yürüyüp, tek katlı bir evin zilini çalan Savcı Şahabettin yüzüme bakıp güldü. Kapı açıldı. Savcı Şahabettin:

“Merhaba Müslim. Arkadaşlar geldi mi?”

“Evet, Savcım dedikten sonra bana çok dikkatli bakan Müslim, buyurun.” diyerek kapıyı kapattı ve elektrikli ızgaranın başına geçti. Odaya girdiğimizde odada iki kişi daha vardı. Bir yere oturmadan Savcı Şahabettin beni göstererek:

“Tanıştırayım arkadaşlar. Kemal. Öğretmen olarak liseye atandı dedikten sonra bana dönerek odada bulunanları tanıttı:

“Doktor Cemal.”

“Avukat Sebahattin.”

Birkaç saniye yüzüme bakan Doktor Cemal gülerek:

“İnsan İstanbul gibi bir yeri terk ederek buralara gelir mi Kemal Hocam?” Doktor Cemal’in hiç beklemediğim bu sorusu karşısında şaşırdım, bir ara ne söyleyeceğimi bilemedim. Önce güldüm sonra Doktor Cemal’e bakarak:

“Kendimi bulmak için,” desem. Odadakilerin meraklı bakışlarının üzerimde toplandığını hissettim, hafif bir ter bastı. Bu halimi gören Doktor Cemal:

“Nasıl yani?” Anlamadım. Doktor Cemal’in bu sorusu karşısında durakladım, içimi çektim. Odadakilere teker teker baktıktan sonra konuşmaya başladım:

“Kendi kendimi tekrar ede ede paslanmaktan, küflenmekten ve çürümekten korkmaya başladım. Koskoca bir şehirde nefes alamaz oldum, boğuluyordum.”

Gülerek konuşmalarımı dinleyen Doktor Cemal:

“Asıl sen burada boğulacaksın!”

“Neden?”

“Zamanla göreceksin.”

Oturduğu yerde elektrikli ızgaradaki etleri çevirmekte olan Veteriner Müslüm:

“Gerçekten sen İstanbul gibi bir yerden buraya neden geldin Kemal Hocam?”

Biraz durakladığımı gören Avukat Sebahattin:

“Kemal Hocamızı çok sıkıştırıyorsunuz. Arapgir’in de öğretmenlere ihtiyacı var. Olaya bir de bu açıdan bakalım. Sadece kişi üzerinden değerlendirme yerine.”

Avukat Sabahattin’in bu konuşması beni oldukça rahatlattı. Avukat Sabahattin’e teşekkür anlamına gelen güldükten sonra tekrar konuşmaya başladım:

“Kendimi tekrar etme sürecine girmek istemedim. Bu nedenle başka bir dünya içinde kendimi tekrar üretmem gerektiği inancıyla İstanbul’dan Arapgir’e geldim.” dedikten sonra konuşmamı sürdürdüm:

“Yeni bir coğrafya, yeni bir iklim, yeni bir kültür, yeni insanlar, yeni uğraşlar, yeni birliktelikler, yeni dostluklar… Bunlar, yaşama daha sıkı tutunmamın, yeni bir enerji ve yeni güç kaynaklarım olacak.” diye düşündüm ve hiç tereddüt etmeden buralara gelme kararımı verdim.

Düşündüğüm gibi yeni insanlarla bir aradayım; hem de Arapgir’e geldiğim ilk günden itibaren. Umarım bu birliktelik sürer. Dostluklar oluşur aralarımızda. İlk kez karşılaştığım bu insanlardan Doktor Cemal bir atmaca gibi her an avının üzerine atlamaya hazır uzun boylu, esmer, siyah ve düz saçlı, siyah iri gözlü ve insana güven veren biri. Veteriner Müslim, uzun boylu, zayıf, kibar, insan ilişkilerinde yapıcı görülen çalışkan olduğu intibaını veren bir insan. Avukat Sebahattin, Arapgirli. Arapgir’e sahip çıkma ve Arapgir için çok şeyler yapma düşüncesinde olduğunu yansıtan tam bir Anadolu yiğidi.

Arkadaşlardan ayrıldıktan sonra yer yer buz tutan yoldan küçük adımlarla eve geldiğimizde Savcı Şahabettin:

“Kemal saat kaç?”

“23’e 10 var.”

“Tamam. Gaz lambasını hemen yakayım.”

“Elektrikler yanıyor, gaz lambasını neden yakacaksın?”

“Arapgir’de elektrikler saat 23’e kadar yanar.”

Kitaplarımızı elimize aldık ve gaz lambasının solgun ışıkları altında okumaya başladık.