Okyanus ötesinden Türkiye’ye yüz binlerce canlı hayvan taşıyan dev gemilerin sırrı ne…
Hatalı tarım politikaları yüzünden kırmızı et ihtiyacını karşılayamaz duruma düşen Türkiye üretimdeki açığını canlı hayvan ve et ithal ederek karşılamaya çalışıyor. Birçok Avrupa ülkesinden canlı hayvan ve et ithal eden Türkiye’de, Gürcistan’dan aldıkları ucuz etleri gövdelerine sarıp sınırdan geçerek çok ucuza satan fırsatçıların haberleri bu konudaki gelinen noktayı gözler önüne serdi.
Ancak Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile iki büyük market zinciri arasında yapılan anlaşma uyarınca halka ‘ucuz et’ yedirme tartışmalarının gölgesinde kalan hayvancılık politikaların görünmeyen yüzü unutulup gidiyor. Mercimekten pamuğa, buğdaydan samana, kırmızı etten pirince birçok tarım ürününde ithalata bağımlı hale gelen Türkiye’de tarım politikalarının pek tartışılmayan yanlarıyla ilgili çalışmalar yapan araştırmacı-yazar Erhan Ünal, kırmızı et tartışmalarının ucuz bir popülizm üzerinden yürütülmesini eleştiriyor
ARAŞTIRMACI YAZAR ERHAN ÜNAL’A TÜRKİYE’NİN ET İTHALATINI SORDUK
Erhan Ünal, aylardır Türkiye’nin gündeminden düşmeyen kırmızı et tartışmaları ve hayvan ithalatına ilişkin talebimiz üzerine kapsamlı bir değerlendirme yaptı. Türkiye’de hayvancılığın tarımın birçok alnında olduğu gibi planlı bir biçimde adım adım bitirildiğine işaret eden Erhan Ünal, “Kısacası ‘ucuz et’ alacaksınız diye gaza getirilen ve sanki haftada kilolarca et yenirmiş gibi kiloda 2 ya da 3 lira fark var diye kasap kasap dolaştırılan insan toplulukları, duyarlı oldukları et sevdası üzerinden bir beklenti havasına sokulup yaratılan ‘ucuz et’ heyecanı ortamında başka operasyonlar var.
İşte ‘Toprak Biterken’ ve ‘Ekmek Biterken’ kitaplarıyla tarım ve beslenme konularındaki ezberleri bozan araştırmacı-yazar Erhan Ünal’ın Türkiye’de ‘ucuz et’ tartışmasına indirgenen hayvancılık politikaları ve bu politikaların küresel bağları hakkındaki çarpıcı değerlendirmeleri:
UCUZ ET ÜLKEYE REFAH GETİRECEK Mİ?
“Ülkemizin insanları şimdi de ‘ucuz et’ konusuyla meşgul. Ucuz et ithal edilecekmiş, et fiyatları da düşecekmiş! Ne iyi, bol bol ucuz et yiyebileceğiz, göbeğimiz daha da şişecek, semirmeye devam edeceğiz… Mutlu olalım ülkemizde refah daha da artacak demek ki. Öyle ya et yiyebilmek, çok et yiyebilmek bildim bileli bir refah ölçütü idi. Ülkede eskiden beri muhalif edebiyat, ‘vatandaşın kursağına et girmiyor’ basit savı üzerine kurulmakta değilmiydi? Ucuz et, ithal et, lop et, tartışmaları ile gündeme oturan canlı hayvan yetiştiriciliğinin içinde bulunduğu derin sorunların dününde, Karadeniz’deki fındık üreticisinin çıkmazı gündemdeydi. Ondan sonra gündemde Adıyaman’da tütün üreticisinin boynuna geçirilen üretim yasağı prangası vardı. Daha önce de ‘zeytinlikleri koruma yasasının’ gevşetilerek zeytinlik alanların imara açılma imkânlarının zorlanması gündemimizdeydi. Pamuk üretimi ve üreticisi nicedir sinsi bir baskı altında, pancar üreticisi hakeza.
‘SAKLANAN AMAÇ ÇİFTÇİLERE TOPRAĞINI TERK ETTİRMEK’
Vatandaşa neler olduğunu bütün bu sistemli yıkımın kimlerin planları olduğunu ve Türkiye’de kimlerin eliyle uygulanmakta olduğunu kim anlatacak? Bu süreç, ülkemizde bireysel olarak üreten bağımsız çiftçi ve hayvan üreticisi kalmayana dek hep aynı yörüngede devam mı edecek? İnanması zor fakat gerçekten de küresel güçlerin hedefi bu! Yani ülkemizde bireysel olarak üretim çabalarını her türlü olumsuz şartlara ve planlı köstekleme operasyonlarına rağmen inatla sürdürmekte olan bağımsız çiftçilerin yıldırılarak, üretimden vazgeçirtilip topraklarını terk ettirmek saklı tutulan gerçek amaç!
ADIM ADIM BESLENME BAĞIMSIZLIĞI NASIL YOK EDİLİYOR
Bu söylemim ilk anda gerçek dışı çılgın bir iddia gibi görülebilir fakat gerçektende süreç bu amaç doğrultusunda işliyor. Küresel oligarşi’nin, insanlığın gelecekteki beslenme sorununu çözmek bahanesiyle ortaya attığı plana göre tüm ekilebilir topraklar birleştirilerek, küresel olarak görevi üstlenecek üç-beş dev küresel tarım holdingine devredilecek. Küresel olarak planlanan ve merkezi olarak yönetilecek olan böylesi bir tarımsal üretimin standartlaştırılması, yani ürün çeşitliliğinin keskin bir şekilde düşürülmesi, kurulmakta olan ‘Küresel Endüstriyel Tarım’ sistemi açısından kaçınılmaz bir zarurettir. Sonuçta ortaya çıkacak olan genel fotoğraf, tarımsal üretim bağımsızlığını kaybetmiş bir ülke ve bu ülkenin beslenme bağımsızlığı kalmamış, alabildiğine edilgen hale getirilmiş çaresiz insanlarının görüntüsüdür.
‘HERKESİN GÖRDÜĞÜ BU İNTİHAR NEDEN DURDURULAMIYOR?’
Bir akrebin kendi kendini sokarak zehirlemesi gibi, ülkenin böylesi bir toplumsal intihar sürecini devam ettirmesini açıklayabilmek sağlıklı bir mantıkla kolay kolay mümkün olamaz. Ülkenin birçok aydınının, konuyla ilgili bir kısım akademisyenin ve uygulamada görevli teknik kadrolardaki insanlarının açıkça gördükleri ve kabul ettikleri bu toplumsal intihar süreci neden durdurulamıyor?
ENDÜSTRİYEL TARIM VE HAYVANCILIĞIN YARATTIĞI BUNALIM
Acı gerçek şu ki çok uzun bir süreden bu yana, ülkemizde ‘tarımsal üretim ve hayvancılık’ bizlere dışardan dayatılan bir model uyarınca yavaş fakat ivmesi gittikçe artan bir tempoda küresel bir plan uyarınca dönüştürülüyor. Bu dönüşüm sadece Türkiye’ye değil, tüm diğer ülkelere de dayatılmakta. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası Amerika Birleşik Devletleri’nin sistemli ve planlı girişimleri ile öncelikli olarak tarımsal üretim kapasitesi yüksek olan ülkelere dayatılan ‘Endüstriyel Tarım Modeli’ ve bu ‘modele’ dayandırılan ‘Endüstriyel Hayvancılık’, beraberinde yığınla ekonomik ve sosyal sorunları da getirip tüm insanlığın üzerine yıktı.
‘AÇLIK KORKUSU’ VE’ SESSİZ SAVAŞ’ BU GERÇEĞİ ÖNGÖRDÜ
Sayın Doç. Dr. Osman Nuri Koçtürk, daha 1960’larda ABD’nin bu girişimlerinin ardındaki karanlık planları açıklayabilmek için mesleki kariyerini hiçe sayarak büyük çabalar harcamıştı (Bkz. Osman Nuri Koçtürk’ün Açlık Korkusu, Sessiz Savaş ve diğer eserleri). Geçen zaman bu değerli vatansever bilim insanımızı haklı çıkardığı gibi, tehlikenin daha başka boyutlarını ve karanlık planların uygulamada ortaya çıkan yeni görünümlerini de insanlığın önüne koydu.
Bu karanlık planın küresel patronları ve onların her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de mevzilenmiş olan paydaşları, insanlarımızı yanıltmak duyarsızlaştırmak kafasını alabildiğine karıştırarak burnunun ucunda olup bitenleri dahi göremez, görse de anlayamaz hale getirmek için çok etkili çok yönlü çalışmalarını sürdürüyorlar.
ÜRETİCİLER 1950’DEN BU YANA NASIL GÖÇE ZORLANDI
Yukarıda da açıkladığım gibi Türkiye’de hayvancılığın gerilemesi ‘arızi’ değildir, uygulanan planlı sinsi girişimlerin sonucudur. Türkiye’de 1950’lerden bu yana, özellikle de son 20 yılda kırsalda yaşan nüfusun büyük bir bölümü şehirlere göç ettirilmiştir ve göç sürekli teşvik edilmekte hatta üstü kapalı olarak zorlanmaktadır. Kırsalda yaşayan insanlar doğal olarak tarım ve hayvancılıkla geçinirler. Onları şehirlere çekerseniz kim ekip dikecek, hayvan yetiştirecek? Kabaca bir ifade ile 1980’lere kadar Anadolu köylerinde yaşayan insanların ortalama 2-3 ineği, 5-10 koyunu keçisi olurdu denilebilir. Her sene yavrulayan inekler (ineğin süt vermesi için hamile kalıp, yavrulaması lazım) yaşadıkları süre boyunca büyükbaş sayısının artmasını da sağlarlardı.
SON 20 YILDA 10 MİLYONDAN FAZLA KÖYLÜ GÖÇ ETTİRİLDİ
Milyonlarca köylünün şehirlere göç ettirilmesi, tarımsal üretim ve hayvancılıkta sayısal olarak çok daha büyük bir gerileme demektir. Üretimden düşen bu insanlar, doğal olarak gittikleri şehirlerde de yiyip içmeye de devam edecekler, yani tüketici konumuna geçeceklerdir. O zaman bu insanların da beslenmesi için bir yerlerden gıda temini zarureti doğacaktır. Hesap basit: şehre göç eden 1 milyon köylü, daha önce şehirlerde besledikleri insanlar ile birlikte ile birlikte en az 5 milyon yeni beslenecek boğaz demektir. Ayrıca artan nüfus sayısının oluşturacağı ek istihdam zorunluluğunun da dışında, şehirlere çekilen köylü nüfusun yaratacağı yeni bir istihdam talebi daha ortaya çıkacaktır. Son 20 yılda, terör de dâhil çeşitli yöntemlerle şehirlere göç ettirilen köylü sayısı 10 milyonun üzerindedir.
Bu durumda aklı başında olan ve toplumsal duyarlılığını hepten yitirmemiş insanlar soracaktır. Devleti yönetenler böylesi bir tuzağa nasıl düşerler ve ülkenin beslenme bağımsızlığı ile birlikte politik bütünlük ve bağımsızlığını nasıl tehlikeye atarlar diye.
BAĞIMSIZLIĞINI YİTİREN İNSANLAR KÜRESEL MERKEZE İTAAT EDECEK
Cevabı yukarda var. Küresel Oligarşi tüm insanlığı kontrol altına alabilmek için var olan bütün ulusal bütünlükleri parçalayarak, mini hatta mikro idari birimler haline getirmek amacında. Küresel olarak planlanmış olan bu hedefe varabilmek için Küresel Oligarşi, ulusal bütünlüğünü koruyan devletlerin halklarına karşı var olan en asli görevi, ‘beslenme bağımsızlığını’ sağlamak ve korumayı yerine getiremez hale getirerek, milli birliği gevşetmek istemektedir. Böylelikle o ülkelerde halkın beslenmesinin büyük oranda küresel planlarda ön görüldüğü gibi kendi dev tarımsal üretim kaynaklarına bağlanması mümkün olacaktır. Böylelikle beslenme bağımsızlığını kaybetmiş olacak olan bu ülkelerde sosyal ve politik birlikteliği de bir arada tutamak olanağı kalmayacaktır. Sonuçta oluşturulacak olan bu mikro idari birimlerde yaşamak zorunda kalacak olan insanlar da silah zoruna gerek kalmadan, beslenme zorunluluğu üzerinden Küresel Merkezin itaatkâr kulları durumuna geleceklerdir. Plan bu!
KÖYLÜLÜK NEDEN BİTİRİLMEK İSTENİYOR
Köylülüğün bitirilme planlarının uygulanmakta olan genel senaryo gereği olduğunu yukarıda ifade ettik. Köylülük sonradan edinilecek bir meslek olmayıp, bir yaşam biçimidir. Doğa ile iç içe ve doğanın bütün zorluk ve kaprislerini göğüsleyerek yaşamak için genelde anadan atadan sürdürüle gelen bu yaşam biçiminin içine doğmak gerekir. Dolayısı ile bu zorlu şartlarda yaşayan insanlar da dayanıklı ve zorlu insanlardır. Toprağına olan duygusal bağlılık, aynı zamanda ülkesine de derin bir, bağlılık olarak ortaya çıkar ve bu insanlar yeri geldiğinde ülkesi için çekinmeden savaşır hatta canını verir. Bu özellik, Küresel Oligarşi açısından köylülüğü bitirme nedenlerinin en önemlisini oluşturur.
UCUZ ET TARTIŞMALARI NEYİ ÜZERİNİ ÖRTÜYOR
Eğer bu gün Türkiye de birileri çıkıp da ‘köylülüğün bitirilmesinin gerekliliğinden’ bahsediyorsa o kişinin ardında kimlerin olduğunun ve o kişinin hangi küresel odakların boyunduruğuna gönüllü olarak kafasını soktuğunu etraflıca sorgulamak gerekir. ‘Ucuz et’ bahanesiyle ortalığa saçılan ‘ucuz polemikleri’ bir kenara iterek, konunun ardındaki gerçeklerin bazılarına bir miktar ışık tutmaya çalışmak daha aydınlatıcı olacaktır.
MERALARI KÖYLÜNÜN ELİNDEN ALINAN TRAKYA’DAKİ OPERASYON
Geçmişte medyada sınırlı olarak yer alabilen bazı haberleri hatırlayalım. Bir ara Trakya da köylere ait meraların, resmi ifade ile ‘ıslah etme’ amacıyla yerli veya yabancı yatırımcılara uzun süreliğine kiraya verilme planları açığa çıkmıştı. Hayvan yetiştiriciliğinin özellikle de küçükbaş hayvan yetiştiriciliğinin önemli bölgelerinden olan Trakya’da mera alanlarının köylünün elinden alınarak yabancı girişimcilere verilmesinin ardında ne olabilir acaba diye pek soran olmadı. Fakat yöre halkı başlarına örülmekte olan çorabın nedenlerini bildikleri için çoluk çocuk hep beraber protesto gösterileri yapmışlardı.
MEGA KENTİN ETRAFINDAKİ LİMANLAR KÜRESEL PLANIN PARÇASI OLDU
Önceki kitabım olan ‘Toprak Biterken’de (sayfa 260-269) meralar konusunda bizlere görünen ve gösterilenlerin arka planındaki hedefleri ve hazırlıkları etraflıca açıklamıştım. Kısaca özetleyeyim: 15 milyon civarındaki nüfusu ile bir ‘mega şehir’ olan İstanbul, her türlü gıda üretimini içine çekip yutan muazzam ‘bir obruk’ (dipsiz kuyu) gibi bir tüketim merkezi. Bu şehrin etrafına konuşlandırılan ‘Endüstriyel Besi Çiftlikleri’ ve ‘Entegre Et Tesisleri’ olağan üstü avantajlı konumlara sahip olmaktalar. Bilindiği gibi Avustralya’dan onbinlerce baş canlı sığır ve küçükbaş hayvan özel gemilerle ithal ediliyor. Nereye geliyor gemiler? Tekirdağ ya da Bandırma limanına. On binlerce baş hayvanı limanlardan kamyonlarla yüzlerce kilometre taşımak maliyeti arttırır. Dolayısı ile Trakya ve Marmara Denizi’nin doğusunda oluşturulan besi çiftliklerine en yakın limanlardan ulaştırılan bu hayvanların oralarda belli bir süre beslendikten sonra (3-5 ay) entegre et tesislerinde işlenerek tüketicinin önüne konulması merkezi planlamacılar açısından en rasyonel yöntemdir. Daha da önemlisi İstanbul gibi bir mega şehrin etrafındaki limanlar, oluşturulan besi çiftlikleri ve entegre et tesisleriyle Küresel Planların Türkiye ayağının yapılandırılmasında olağanüstü avantajlı bir lojistik üs merkezi oluşturulmuştur.
ENDÜSTRİYEL HAYVAN BESİCİLİĞİ NEDEN DAYATILIYOR
‘Endüstriyel Hayvan Besiciliğinde’ hayvanların beslenmesi de küresel tarım planlarıyla tam uyum içerisinde yapılandırılmıştır. Bu planlar uyarınca besi hayvancılığı, ‘yapay yem’ (fenni yem) temelinde yapılandırılmış olup, en önemli ana maddesi de soya fasulyesidir (soya küspesi ve soya kırığı olarak). Güney Amerika veya Ukrayna’dan getirilen soya, kitlesel üretim şartlarından dolayı kaçınılmaz olarak GDO’ludur. İlave olarak kullanılan mısır küspesinin de durumu farklı değildir. Soya ve mısıra protein katkısı olarak, yerli ya da ithal kesim artıklarının da ilave edildiğiyse açıkça bilinen bir sır. Dar alanlarda bir arada tutulan bu hayvanların yemlerine katılan antibiyotikler ve diğer çeşitli ilaçlar da bütün bunlara ilave bir sorun. Endüstriyel Besiciliği dayatan ve sistematik olarak zorlayan Küresel Güç, böylece bir taşla birkaç kuş vurma avantajını yakalar. Bu avantajları kısaca sıralarsak: Önce tarım ve hayvancılığın ülkedeki en temel yerel gücü olan köylülüğün üzerindeki baskıyı arttırarak devam ettirme olanağını elinde tutar. Küresel olarak planlamasını ve muazzam boyutlardaki kitlesel üretimini kontrol edebildiği mısır ve soya fasulyesinin ülkemizdeki kalıcı tüketimini garanti altına alır. Diğer temel gıda maddeleri üzerinden oluşturmayı başardıkları bağımlılık oranlarına paralel olarak insanların beslenmesinde önemli bir yeri olan et ihtiyacı üzerinden de dışa bağımlılık daha da pekiştirilmiş olur. Sonuç, ‘Beslenme Bağımsızlığının’ kaybıyla giderek artan genel bir dışa bağımlılık ve ülke bağımsızlığının sistematik erozyonudur.
TÜRKİYE HAYVANCILIĞINA OYNANAN 75 YILLIK OYUN
En başta sözünü etmiş olduğum fındıktan pamuğa, zeytinden tütüne, üzümden pancara, ülkemizin geleneksel olarak güçlü olduğu her türlü tarımsal üretime uygulanan sinsi ve hain baskılar ile hayvancılığın başına 40 yıldır örülmekte olan çorap, hep bu yukarıda işaret etmiş olduğum plan çerçevesinde görülürse anlaşılabilir. Bütün bu sorunlar ve bu sorunların sonucunda yaşanmakta olan tarımsal ve sosyal erozyon, birbirinden bağımsız olaylar olmayıp, sadece şu, ya da bu politikacının beceriksizlikleri sonucu da değildir. Bu gidişat planlıdır, sistemlidir ve en az 75 yıllık bir geçmişi vardır. Küresel Oligarşi’nin ülkemizdeki temsilcileri (yerli oligarklar) yürütmede sahip oldukları tartışmasız ağırlıklarını her daim kullanarak genel gidişatı yönlendirmektedirler. Yukarıda sözünü etmiş olduğum köylülüğü bitirme planlarının da en yakın takipçisi en başta bu kesimdir. Türk aydını meraklı, araştırmacı, çalışkan, kararlı ve direnişçi olmak zorundadır. Bu arada: Unutmayalım ki ‘ucuz etin yahnisi yavan’ olur!” (Araştırmacı Gazeteci Yazar Yusuf YAVUZ)