İlk gençliğim ortaları. Kış geceleri, hafta sonlarında, “sıra geceleri” yapıyoruz. Adından belli, sırası gelenin evinde toplanıyoruz. Toplantı sözcüğü top, yuvarlaktan, birleşmekten geliyor olsa gerek. Gazi Dükkan ahalisi yoksul ya da orta halli. Evler tek katlı. İki oda bir seki altı. Girişte ayakkabılar çıkarılır. Terlik bilinmez. Sanırım bu nedenle uzun yıllar evde terlik giymedim. Alışmam da epey zaman aldı. Hanım da epey zorladı.
Geceler hafta sonu yapılırdı. Ev sahiplerinin hoş görüsüyle iki odanın birinde biz, diğerinde aile bireyleri kalırdı. Genelde arabaşı çekilir, siyah kuru üzüm, gavurga, meyve sunulurdu. Mahallemizin komşuları çoğunlukta köy kökenliydiler. Özellikle Çatak’lılar. O delişmen yıllarda oyunlar can yakıcıydı. Hanım evlatlarına da acınmazdı. Tura, bir işkence aracı, vuran da zebellah bir cani.
Beni asıl üzen, sıra gecesi için olanağımın bulunmamasıydı. Evimiz iki göz, içinde yaşayan on dört baş. Bu çözümsüzlük elimi kolumu bağlardı. Arkadaşların asalağı gibi görürdüm kendimi. Bende onları ağırlamak isterdim ya, elim kolum bağlıydı. Evimizin bitişiğinde Ebemin evi vardı. Şimdi yerinde yeller esiyor. Belediye nereden estiyse tüm eski yapıları kurtarma yerine dümdüz etmeye sıvanmış. Çözümü Ebemin aşenesinde yapacaktım. Yılbaşı için tandırın bulunduğu yeri silip süpürdüm. Kilimler serdim. Gece ısı sıfırın altında bilmem kaç. Tandırda saman yakıyorum, birkaç dakika parıldıyor, sonra tıs. Önüm ısınıyor, arkam üşüyor. Elektrik yok, gaz lambasının kör ışığının kendine bile yararı yok.
Kendimce hazırlığımı yaptım, arkadaşları çağırdığım inancıyla beklemeye başladım. Ne gelen, ne kapıyı çalan oldu. Kendimi gurbette sandım. Yalnız, zavallı, önemsenmeyen ve değersiz biri. Hırsımdan, tandırı samanla doldurup yaksam da hava-cıva. O gecenin yalnızlığı, unutulmuşluğunu hiç unutamadım. Bilinçaltından her çıkışında hüzünlendim. Bu yüzden yılbaşıları hiç sevmedim. Hala da sevmem.